
Toplumsal Yaşam ve Kanun
İnsan sosyal bir varlıktır. Toplumsal olarak yaşamını sürdürmek zorundadır. Toplumsal hayatta fertler yardımlaşma yoluyla ihtiyaçlarını giderirler.
Toplumsal Yaşam ve Kanun
İnsan sosyal bir varlıktır. Toplumsal olarak yaşamını sürdürmek zorundadır. Toplumsal hayatta fertler yardımlaşma yoluyla ihtiyaçlarını giderirler. Bu, şüphe götürmeyen bir konudur. Demek ki, sosyal yaşamda bireylerin birbirlerinin birikiminden ve emeğinden yararlanması zorunludur. Bireylerin birbirleriyle yardımlaşması ve birbirlerinin emeğinden yararlanması, hak ve hukuklar korunduğu takdirde, hiçbir sorun meydana getirmediği gibi, toplumsal yaşantının bir gereğidir de.
Ancak insanın doğasında var olan içgüdüler onu rahat bırakmıyor. Bu içgüdülerden birisi, egemen olma içgüdüsüdür. Bu içgüdü, insan bireylerinin birbirlerinin hakkına ve emeğine göz dikmesine ve hatta çoğu zaman haksızlık yapmasına bile sebebiyet veriyor. İşte bu yüzden, toplumsal yaşantıyı tehdit eden, karışıklıklar ve problemler ortaya çıkıyor. Sosyal hayatın devam edebilmesi için, bu karışıklıkların ve problemlerin giderilmesi gerekir. İşte burada toplumsal düzenin sağlanması ve karışıklıkların önlenmesi için kurallara ve kanunlara ihtiyaç doğuyor.
Peki, toplumsal düzeni sağlayacak ve bireylerin hak ve hukuklarını temin edecek bu kanunları kim koymalıdır? Acaba bu kanunları insanın kendisi mi koymalıdır? Yoksa bu kanunlar daha üst bir makamdan mı gelmelidir? Burada iki görüş vardır:
1- Bu kanunları beşerin kendisi koymalıdır.
2- Bu kanunları beşeri yaratan ve onu her yönüyle bilen Allah Teala koymalıdır.
İkinci görüşü savunanlar diyorlar ki, insanın yaşamı sadece dünya hayatıyla sınırlı değildir. İnsan ebediyet için yaratılmıştır. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Siz, dünya için değil, ahiret için ve fani olmak için değil, baki kalmak için yaratılmışsınız." [1] Öte yandan, insanın dünyadaki hayatı, baki hayatının kaderini belirlemektedir. Dünya hayatı, hayrıyla şerriyle insanın baki olan hayatına yansımaktadır. O halde insanın dünya hayatı, baki hayatını tahrip etmeyecek şekilde düzenlenmelidir. Aksi taktirde, büsbütün bir hüsrana uğraması kesindir. "Baki kalanı fani olana satandan daha zarar eden kim vardır?"[2] Demek ki, insanın dünya hayatındaki toplumsal yaşantı düzeni bu esası gözeterek hazırlanmalıdır. Sosyal yaşamdaki kanunları buna göre olmalıdır. Bu ise, dünyadaki sosyal yaşamın kurallarını düzenleyen kimsenin, insanın dünyadaki sosyal düzeni ile baki hayatı arasında olan ilişkiye vakıf olmasını zorunlu kılıyor. Acaba bu ilişkiyi Allah Teala'dan gayri kim daha iyi bilir?
Sonra; insanın dünyadaki yaşantısında mesut olmasını sağlamak da, öyle kolay sanılabilecek bir iş değildir. İnsanın dünya hayatında mesut olması, toplumsal düzeninin tam anlamında sağlam bir düzen olmasını ve toplumsal düzeni koruyacak kanunların bütün bireylerin hak ve hukukunu tam anlamında koruyabilecek ve onun bütün ihtiyaçlarını temin edebilecek niteliğe sahip olmasını iktiza eder. Bu ise, insanın dünya hayatını ilgilendiren kanunları koyan kimsenin, onun bütün boyutlarını ve dünya hayatındaki bütün ihtiyaçlarını tam anlamıyla bilmesini gerektirir. Aksi taktirde, koyduğu kanunlar, insanın bütün ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz kalıp, insanı mesut etmek yerine bedbaht kılacağı açıktır. Bu açıdan da, insanı herkesten daha iyi tanıyanın, onun tüm ihtiyaçlarını, niteliklerini ve özeliklerini herkesten daha iyi bilenin Allah Teala olduğunu görmekteyiz. "Hiç yaratan bilmez olur mu? O, latiftir, haberdardır."[3] O halde, bu açıdan da insanın bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek ve tam anlamıyla toplumsal adaleti sağlayabilecek kanunları koyan ancak Allah Teala olabilir. Bundan ilahi kanunların beşeri kanunlara bir takım üstünlük ve ayrıcalığı olduğu ortaya çıkıyor. İlahi kanunların beşeri kanunlara olan üstünlük ve ayrıcalığını şöyle sıralayabiliriz:
1- İlahi kanunlar, insanın bütün boyutları ve dünya ile ahiret hayatı arasındaki ilişki nazara alınarak hazırlanmıştır.
2- İlahi kanunlar, her şeyi bilen ilahi ilimden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla beşerin bütün ihtiyaçlarını karşılama gücüne sahip olup, ona inananlara itimat ve güven sağlamaktadır. Beşeri kanunlar ise bu özellikten yoksundur. Zira onlar insanın kâmil olmayan akıl ve ilminden kaynaklanmaktadır.
Buna ilaveten; günümüzdeki en büyük adaletsizliklerin o kanunları koyanların kendileri tarafından meydana getirildiğini görmekteyiz. Bu nedenle halkın onlara ve o kanunlara güven ve itimadı sarsılmıştır. Ama ilahi kanunlarda böyle bir problem söz konusu değildir. Zira başta ilahi kanunları halka ileten peygamberlerin kendileri olmak üzere, gerçek inanç sahiplerinin taviz vermeden o kanunları uygulamaya koyduklarını görmekteyiz. Bu ise bütün insanlara en derin güven ve emniyeti sağlamaktadır.
3- İlahi kanunlar, uygulanmak açısından, ister açık ister gizli olsun, her halükârda garanti altındadır. Şöyle ki, toplumsal hayatın tam anlamda düzene girmesi ve toplumsal adaletin gerçekleşmesi için, yalnızca toplumun her yönüne ışık tutabilecek ideal kanunların varlığı yeterli değildir. Bu kanunların icrasının da garanti altına alınması gerekir. Zira beşer, doğası gereği kendi şahsi menfaatiyle çelişen kanunlardan bir türlü sıyrılmak ister. "Hayır, insanoğlu önünü boş bulup boyuna günah işlemek ister"[4]
Toplumumuzda müşahede ettiğimiz kanuna aykırı eylemler bunun en bariz delilidir. İşte bunun için toplumda olan kanunların yerli yerinde uygulanması için mevcut kanunların tatbik açısından garanti altına alınması şarttır. Toplumda bulunan medeni kanunların yanı sıra, cezai kanunların ve denetim sisteminin varlığı işte bunun içindir.
Ancak beşeri sistemdeki cezai kanunlar ve denetim sistemi, tam anlamıyla bu boşluğu doldurmaktan acizdir. Zira, o kanunların kendilerinin de ayrı bir denetim sistemini gerektirdiği gibi, ancak beşerin açıktan kanunları çiğnemesini önleyebilir, beşerin gizli hallerini de kontrol edemez. Oysa ilahi kanunlar, ister açık, ister gizli beşerin her halini kontrol etmekte ve beşeri sistemlerdeki zahiri kontrol sistemine ilaveten, hata, kayırma ve acizlik türünden bir kusura sahip olmayan bir ilahi kontrol sistemine de sahiptir. "...O, sırrınızı da, açığınızı da ve ne kazandığınızı da bilir"[5] "Yoksa bizim onların sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, işitiriz, elçilerimiz de onların yanındadır ve (yaptıkları her şeyi) yazıyorlar."[6] "Ve kitap (amel defteri) ortaya konulur, suçluların onda olanlardan korku içinde olduklarını görürsün. "Ne oluyor bu kitaba! Küçük büyük, kapsamadığı hiçbir şey bırakmamış" derler. Ve yaptıklarını önlerinde hazır bulurlar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez."[7]
Demek ki, ilahi kanunlar, zahiri denetime ilaveten ortaya koyduğu iman ilkesiyle kendini her halükarda garantiye almıştır. Dolayısıyla gerçekten iman ehli olan bir toplumun asla o kanunları çiğnemesi söz konusu olamaz. Beşeri sistemler ise, böyle bir kontrol mekanizmasından yoksundur.
Kısacası, bu evrenin bir yaratıcısı olduğunu (Tevhid İlkesini) kabul ettikten sonra, her akıl sahibi insan, bu evrenin yaratılışından bir hedefin olduğunu kabul etmek zorundadır. Zira mezkur ilke gereğince, bu evrenin yaratıcısı, sonsuz kudret, ilim ve hikmet sahibi olan bir varlıktır. Tek kelimeyle her türlü eksikliklerden münezzeh ve bütün kemallere sahip olan bir varlıktır. Böyle bir varlığın hedefsiz ve boş bir iş yapması düşünülemez. O halde bu evrenin yaratılışının bir hedefi vardır. Bu hedefin O'nun kendine yönelik olduğu da söylenemez. Zira O'nda bir eksiklik ve kusur yoktur ki, evreni yaratmakla kendisinde bulunan eksikliği gidermeyi amaçlamış olsun. Veya O'nda bulunmayan bir kemal yoktur ki, evreni yaratmakla o kemale ulaşmayı istesin. O'nun kendisi her türlü kemalin menşeidir. O halde evrenin ve özellikle de, en üstün yaratık olan bizlerin yaratılışından, yine bizlere ait olan bir hedefi amaçlamıştır. O hedef, bu yaratıklara bir kötülük yapmak da olamaz. Zira her türlü eksiklik ve kusurdan münezzeh olan ve her türlü kemale sahip olan böyle yüce bir varlık bundan da münezzehtir. Demek ki, yaratılıştan hedef; yine bu yaratıklara bir hayır ulaştırmak olmalıdır.
Öte yandan biz insanlar akıl, bilinç ve ihtiyar sahibi olan varlıklar olduğumuzdan ve bize ulaşan her türlü hayrın ve ulaşabileceğimiz her türlü kemalin ancak bu çerçeve içerisinde tahakkuk bulduğundan dolayı, bize vereceği her türlü hayır ve kemali bu çerçeve içerisinde ulaştırmalıdır. Yani, biz insanların kemali, doğru bilinç, güzel terbiye ve toplumsal adalet ve saadeti temin edebilecek kâmil kanunlara bağlıdır. Biz insanların bu üç noktanın her birinde de ilahi elçilere ihtiyacımız vardır. O halde beşerin kemale ermesinde ilahi elçilerin gönderilmesini zorunlu kılan sebepleri şöyle sıralayabiliriz:
1- Beşerin, kemale ermesinde gerekli olan doğru bilgilere ulaşabilmesi,
2- Beşerin, kemale ermesi için gerekli olan güzel terbiye ve eğitimi alması,
3- Toplumsal adalet ve saadetin temini için kamil kanunlara sahip olması.
Şimdi bunları teker-teker ele alalım:
1- Beşerin Kemale Ermesinde Gerekli Olan Doğru Bilgilere Ulaşması
Şüphe yok ki, kendimize layık ilmi ve ameli kemalimize ulaşmamız, sahip olacağımız doğru bilgilere bağlıdır. Yine şüphe yok ki, bu bilgiler, hiçbir talim ve eğitimi gerektirmeyecek kadar açık seçik değildir. Aksine, ancak zorlu bir talim ve eğitim sürecinden geçtikten sonra kemalimizde etkili olan ilke ve unsurlarla, kemalimize zararlı olan şeyleri tanıyabiliriz. "Allah, sizi analarınızın karınlarından çıkardı. Siz hiçbir şey bilmiyordunuz. Sizin için kulaklar, gözler ve duyular kıldı ki şükredesiniz."[8]
Şimdi soru şudur: Acaba biz insanlar bu açıdan sadece kendi kısıtlı ilmimizle iktifa edebilir miyiz? Acaba biz insanlar, yalnızca kendi çabalarımızla, layık olduğumuz ve bizim yaratılışımızdan hedeflenen kemale ulaşmakta, gerekli olan bütün unsurları teşhis edip, kemal ve saadetimize zararlı olan bütün etkenleri kavrayabilir miyiz?
Açıktır ki, bunun cevabı hayırdır. Zira, insanlar olarak bizler, tam anlamında ne kendimizi, ne de bu evreni, ne onun ve kendimizin evvelini, ne de sonunu bilmemekteyiz. Biz, bu sonsuz varlık alemi karşısında ilim açısından, henüz ilkokulun birinci sınıfında bile sayılmayız. Bildiklerimiz karşısında bilmediklerimiz, kıyas edilemeyecek kadar büyüktür.
Yalnız bununla da kalmıyor. Bu evrenin bir yüzü bizim normal bilgimizin alanı dışında kalmaktadır. Biz, Materyalizmi reddettik ve varlık âleminin maddeyle sınırlı olmadığını ve hayatın da dünya hayatından ibaret olmadığını ispatladık. Biz, bu dünyadaki hayat tarzımızın, inandığımız öteki yaşantımıza da yansıdığına ve oradaki hayat tarzımızı, saadet ve bedbahtlığımızı etkilediğine inanmaktayız. Normal bilgimiz bu hususta sıfır derecesindedir. Biz, buradaki yaşam biçimimizin öteki hayatımıza nasıl yansıdığını hiç bilmemekteyiz.
Bunlar bir yana, hatta hayatımızın bu yönüyle ilgili bilgilerimiz de yeterli değildir. Bir şeyi bu gün kabul ediyor, yarın öyle olmadığına kanaat getiriyoruz. Bilgilerimiz, çelişkiler ve hatalarla doludur. Hatalarla dolu olan bir bilgiye, bizim saadet ve bedbahtlığımızı ilgilendiren bu en önemli konuda ne kadar güvenebiliriz?
Bu durumda; acaba bu konuda evreni olduğu gibi her yönüyle bilen, bizim hata ve bilinçsizliğimizden uzak olup, bu eksikliklerimizi gidererek, bizi hayatın her sahasında aydınlatan ve saadetimizi gerektiren her türlü bilgiyi cömertçe bize sunan, bir öğretmene ihtiyacımız yok mu? Bu öğretmen, ilmi sonsuz ilahi ilimden kaynaklanan, hayatın her yönünü tam anlamıyla bilen, ilahi elçilerden başkası olabilir mi?
Açıktır ki, cevap; bu öğretmenin ilmini ilahi öğretiden alan ilahi elçilerden başkası olamayacağıdır. O halde, beşerin kemali ve saadetiyle ilgili doğru bilinçlenmesi için, ilahi elçilerin gelmesi zorunludur. Sonsuz ilim, hikmet ve şefkat sahibi olan yaratıcının bunu ihmal etmesi mümkün değildir.
2- Beşerin Gerekli Güzel Terbiye ve Eğitimi Alması
Beşerin kendine layık kemal ve saadete ulaşması, sadece kemal ve yaratılış gayesiyle ilgili bilgilere sahip olmasıyla sağlanamaz. Bunun yanı sıra, bu bilgileri hayata geçirmekte, ona yardımcı olacak mürebbiye ve örnek önderlere de ihtiyacı vardır.
Kısacası, beşer ancak talim ve terbiye ikilisiyle layık olan kemal ve saadetine ulaşabilir ve kendinden beklenen yaratılış gayesine varabilir. Talim, ilim öğretmenini, terbiye de, ahlak mürebbisini gerektirir. Terbiye etmek, ilimden fazla ameli yönle bağlantılıdır. Mürebbi, terbiyesi altında bulunan kimselerin can ve ruhlarının derinliğine kadar inebilmeli, onların duygu ve içgüdülerini tadil edebilmelidir. Kamil bir mürebbi, insanın kemalini ve saadetini ilgilendiren her şeyi, bütün iyi ve kötüleri tam detaylarıyla bilmesiyle birlikte, insan ruhunun inceliklerine, ahlaki özelliklerine, duygu ve içgüdülerine de kamilen vakıf olmalı ve bu ilkeleri hayata geçirmek açısından kusursuz bir örnek olmalıdır. Yoksa kendi terbiye olmamış birinden diğerlerini ıslah etmesini beklemek abes ve yersiz bir beklentiden öteye gitmez.
Ayrıca mürebbi, terbiyesi altında bulunan kimselerin itminan ve güvenine mazhar olmalıdır ki, terbiyesi altında bulunan kimseler, ona güven ve alaka duyarak ondan etkilensinler.
Acaba böyle bir mürebbi, ilmini sonsuz ilahi ilimden alan ve yüce yaratıcının terbiye ettiği, her türlü çirkinlik ve sapıklıktan uzak olan ilahi elçilerden gayrisi olabilir mi?
O halde, insanoğlu ilahi elçiler olmaksızın, kendine layık kemale erişemez. Özellikle de beşerin ahlaki kemali bunu elzem kılmaktadır.
Açıktır ki, sonsuz hikmet ve şefkat sahibi olan yüce yaratıcı, beşerin bu ihtiyacını ihmal edip görmezlikten gelmez. Nitekim ihmal etmemiş ve kendi terbiye ettiği yüce mürebbilerini, insanlara gerçekleri öğretmek ve onların ruhlarını bütün çirkinliklerden arındırıp güzelliklerle süslemek üzere her zaman göndere gelmiştir.
"Andolsun ki, Allah; inananlara, ayetlerini okuyan, onları arındıran, onlara Kitap ve hikmeti öğreten, kendilerinden bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Hâlbuki onlar, önceleri apaçık sapıklıkta idiler."[9]
3- Toplumsal Adalet ve Saadetin Temini İçin Kamil Kanunlara Sahip Olmak
İlahi elçilerin gönderilmesinin lüzumu konusunda, bilginler genellikle insanın toplumsal yaşantısının ilahi elçilerin gönderilmesini zorunlu kıldığı hususu üzerinde durmuşlardır.
Şöyle ki, bu bilginler; "İnsan doğal olarak toplumsal yaşantıya sahiptir. Sosyal hayat kanun ve kuralsız olamaz. İnsanın kemal ve saadetini temin edebilecek kâmil kural ve kanunlar, ancak onun her yönüne vakıf olan yaratıcısı tarafından koyulabilir. Beşer bu kanunları doğrudan yaratıcıdan alma imkânına sahip olmadığına göre, ilahi lütuf, O'nun kendi elçilerini göndererek işbu kanunları beşere iletmesini iktiza eder" şeklinde istidlal etmişlerdir. Şimdi bu konuyu biraz açalım:
Etiketler :
#Toplumsal Yaşam ve Kanun,