
Bakara 219-220
Sözlükten algıladığımız kadarıyla "hamr" sarhoşluk yapması için imal edilen her türlü içkiye denir. Kelimenin anlam esası, örtmedir. Aklı örttüğü, güzeli çirkinden, hayrı şerden ayırdetmesine engel olduğu için bu şekilde adlandırılmıştır.
AYETLERİN MEALİ
219- Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: "Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için faydalar vardır. Ama günahları faydalarından daha büyüktür." Ve sana ne kadar infak edeceklerini sorarlar. De ki: "(Sizi zor duruma düşürmeyecek) orta bir miktarı." Böylece Allah, size ayetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz.
220- Dünya ve ahiret hakkında (düşünürsünüz). Ve sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onların (işlerini) ıslah etmek (onları kendi hâllerine bırakmaktan) daha hayırlıdır. Eğer onları aranıza katarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah bozgun çıkaranı ıslah ediciden ayırdeder. Eğer Allah dileseydi size güçlük çıkarırdı. Şüphesiz Allah güçlü ve üstün olandır, hikmet sahibidir."
AYETLERİN AÇIKLAMASI
219) Sana içkiyi ve kumarı sorarlar.
Sözlükten algıladığımız kadarıyla "hamr" sarhoşluk yapması için imal edilen her türlü içkiye denir. Kelimenin anlam esası, örtmedir. Aklı örttüğü, güzeli çirkinden, hayrı şerden ayırdetmesine engel olduğu için bu şekilde adlandırılmıştır. Araplar, kadının baş örtüsüne "himar" derler. "Hamertu'l-inae" yani kabın kapağını örttüm. "Ahmertu'l-acin" yani hamura maya kattım. Hamur mayasına "hamire" denmesinin sebebi önceden yoğrulması, sonra üzerinin örtülmesidir. Araplar, sadece üzüm, hurma ve arpadan üretilen içkiyi bilirlerdi. Sonra insanlar zamanla yeni türler icat ettiler. Bu gün, sarhoşluk verme derecesine göre, sınıflandırılan birçok içki türü vardır ki, tümü de "hamr" adı altında toplanır.
"el-Meysir" kelimesi de sözlükte "kumar" anlamına gelir. Kumar oynayan kimseye "yasir" denir. Bu kelimenin de asıl anlamı "kolay-lık"tır. Kumarın böyle adlandırılmasının sebebi, herhangi bir yorgunluk, emek ve çalışma söz konusu olmaksızın başkasının malını elde etmesidir. Araplar, daha çok bu ismi, özel bir kumar oyunu için kullanırlardı. Şans okları çekme şeklinde oynanırdı. Ayrıca bu oyuna "ezlam" ve "aklam" da derlerdi.
Oynanış şekline gelince; cahiliye döneminde Araplar semiz develer satın alıp boğazlarlardı. Sonra boğazladıkları deveyi yirmi sekiz parçaya bölerlerdi. Sonra yanına on adet ok bırakırlardı. Oklara "fez, tev'em, rakib, hils, nafis, müsbil, mualla, munih, senih ve rağad" adını vermişlerdi. Fez adını verdikleri okun payı, yirmi sekizde birdi. Tev'-emin ise iki payı vardı. Rakibin payına üç, hils'in payına dört, nafisin payına beş, müsbilin payına altı, muallanın payına yedi parça düşerdi. En büyük pay buydu. Münih, senih ve rağad adlı oklara ise bir şey düşmezdi. Onların payı yoktu. Kime adı geçen oklardan biri çıksaydı, öngörülen payını alırdı. Son üç oku çekenlerse develerin fiyatını üstlenirlerdi. Bu oyun on kişi arasında, oklardan kura çekmek şeklinde oynanırdı.
De ki: "Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için faydalar vardır. Ama günahları faydalarından daha büyüktür."
Bir okuyuş tarzında "kebir" yerine "kesir" (çok) ifadesi geçer. Ayetin orijinalinde geçen "ism" kelimesi "zenb (=günah)" kelimesine ve anlam olarak ona benzeyen başka kelimelere yakın bir anlam ifade eder. "İsm" bir durumdur. Bir şeyde veya akılda baş gösteren bu durum, insanın hayırlara ulaşmasını geciktirir. Dolayısıyla, peşinden mutsuzluk ve başka alanlarda yoksunluk gelen bir günahtır bu. İçki ve kumar hayatın başka alanlarındaki mutlulukları bozarlar. Bu bakımdan hem içki hem de kumar, bu şekilde değerlendirilebilir.
İçki içmeye gelince, tıbbî zararları ve mide, bağırsak, kara ciğer, akciğer, sinir sistemi, atar damarlar, kalp gibi organlar, görme ve tatma gibi duyular üzerindeki olumsuz etkileri hakkında eskiden ve günümüzde alanının uzman doktorlar tarafından binlerce eser kaleme alınmıştır. Bu sahada yapılan istatistikler, içki müptelalarının yakalandıkları çeşitli hastalıkları ortaya koymuştur. Birçok ölümcül hastalığın sebebinin bu zehir olduğu kanıtlanmıştır.
İçkinin ahlâkî zararlarına gelince; içki içen kimselerde ahlâkî çöküntü başlar. Kişi yavaş yavaş hayasızlığa doğru yuvarlanır. Birçok maddî zarara uğrar. Suç işler, adam öldürür, sırlarını ifşa eder, haramları, sınırları, kutsalları çiğner, hayattaki mutluluk unsurunun dayanağı olan tüm beşerî yasaları, özellikle ırz, can ve mal ile ilgili namusluluk ilkesini ayaklar altına alır. Ne dediğini bilmeyen, ne yapacağını kestiremeyen bir sarhoştan hiçbir konuda emin olunmaz. Dünyayı kaplayan ve insan hayatını kıskaca alan birçok suçun geri plânında ya doğrudan ya da dolaylı olarak içkinin müdahalesi söz konusudur.
İçkinin insanın algılama yeteneğine yönelik olumsuz etkisini, insanın aklını başından almasını, düşünce üzerindeki düzensiz etkilerini, sarhoşluk esnasında ve sonrasında idrakin insicamını bozmasını hiç kimse inkâr edemez. İçindeki günah ve fesadın en büyüğü budur. Diğer bütün bozgunculuklar buradan kaynaklanır.
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, İslâm şeriatı hükümlerinin temelini, aklıselimin korunmasına dayandırmıştır. Aklı işlevsiz bırakacak, içki, kumar, aldatma ve yalan gibi şeyleri şiddetle yasaklamıştır. Aklın işlevini yerine getirmesini engelleyen fiillerin başında içki içme, sözlerin başında da yalan ve yalancı şahitliktir.
Bu fiiller, yani aklı işlevsiz hâle getiren ameller -ki yalan ve sarhoşluğa dayanan politikalar en başta yer alır- insanlığı tehdit etmekte, mutluluk binasını yerle bir etmektedir. Yalan ve sarhoşluğa dayalı politikaların her bir meyvesi mutlaka öncekilerinden daha acıdır. Yük ağırlaştıkça ve kişi bu yükü kaldıramayacak hâle geldikçe, biraz daha yükü ağırlaşır. Sonunda emekler boşa gider, çabalar hüsranla biter. Hükümlerini aklıselime dayandırması, aklı bozacak, onu işlevsiz hâle getirecek heva ve heves menşeli amelleri yasaklamış olması, bu göz kamaştırıcı kanıtları içeren İslâm dini için, bu şeriat-ı garra için yeterli bir övünçtür. İnşaallah Mâide Suresi'nin ilgili ayetini tefsir ederken daha ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
İnsanlar, hayvansal içgüdülerinin etkisiyle her zaman şehevi lezzetlere eğilimlidirler. Bu yüzden şehevi arzuları tatmin etmeye yönelik faaliyetler, hak ve hakikatten çok daha hızlı bir şekilde aralarında yaygınlık kazanır. Bu arzuları tatmine yönelik alışkanlıklar edinir. Bu alışkanlıkları bir yana bırakıp insanlığın mutluluğunu öngören evrensel yasalar sistemine göre hareket etmek onlara ağır gelir. Bu yüzden yüce Allah bu hususla ilgili olarak koyduğu yasaları aşamalı olarak hayata geçirmiş. İnsanların bu hükümlere uymasını şefkatle ve zaman tanıyarak sağlamıştır.
İnsanlar arasında yaygın olarak işlenen söz konusu kötü alışkanlıklardan biri de içki kullanmadır. Konuya ilişkin ayetleri incelediğimiz zaman, içkinin haram kılınışında aşamalı bir yöntemin izlendiğini görürüz. İçkinin haram kılınışı dört aşamada gerçekleştirilmiştir:
Birincisi; "De ki: Rabbim yalnızca çirkin hayasızlıkları, onlardan açıkta olanlarını ve gizli olanlarını, günah işlemeyi, haklı nedeni olmayan isyan ve saldırıyı haram kılmıştır." (A'râf, 33) ayet-i kerime Mekke döneminde inmiştir ve burada "ism (=günah)" haram kılınmıştır. İçkide de günah (ism) vardır. Ancak günahın ne olduğu ve içkinin de büyük günah olduğu vurgulanmamıştır.
Bu ayet-i kerimenin ifade tarzı, kapalı hususları açıklamama türünden bir kolaylaştırma, bir hafifletme olsa gerektir. Nitekim bunu şu ayet-i kerimeden de algılıyoruz: "Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden hem sarhoşluk verici içki, hem güzel bir rızk edinmektesiniz." (Nahl, 67) Bu ayet-i kerime de Mekke döneminde inmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, insanlar henüz içkideki büyük haramın farkında değildirler. Ta ki şu ayet-i kerime inene kadar: "Ey iman edenler, sarhoş iken, namaza yaklaşmayın." (Nisâ, 43) Bu ayet-i kerime de Medine'de inmiştir. Ve insanların bir ölçüde en efdal bir hâl ve en efdal bir mekân olan mescitte namaz kılındığı anda içki içmelerini engelleyerek kısmi bir yasak getirmiştir.
Aklî değerlendirme ve ayrıca ayetin akışı, Bakara Suresi'ndeki ilgili ayetin ve Mâide Suresi'ndeki iki ayetin bundan önce inmiş olmasını, ihtimal dışı bırakıyor; çünkü Bakara ve Mâide surelerindeki ayetler mutlak bir yasaktan söz etmektedir. Genel bir yasaktan sonra özel bir yasak koymanın anlamı yoktur. Kaldı ki, böyle bir yaklaşım söz konusu ayetlerden algıladığımız, hükümlerin aşamalılığı hususu ile de bağdaşmamaktadır. Çünkü aşamalılık, kolaydan zora doğru gelişme gösteren bir süreçtir, zordan kolaya değil.
Sonra da Bakara Suresi'ndeki bu bölümde tefsir ettiğimiz ayet inmiştir: "Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür." Daha önce de açıkladığımız gibi, bu ayet, Nisâ Suresi'ndeki ilgili ayetten sonra inmiştir. Dolayısıyla ayet-i kerime, içkinin haram kılındığına ilişkin bir hüküm içermektedir. Çünkü, içkinin de günah olduğuna kesin bir ifadeyle delalet etmektedir: "Onlarda büyük günah vardır." Daha önce Mekke inişli A'râf Suresi'ndeki ilgili ayetin, günah anlamına gelen "ism"i haram kıldığını vurgulamıştık.
Bu noktada bazı tefsir bilginlerinin aşağıdaki değerlendirmelerinin yanlışlığı ortaya çıkıyor: "Bakara Suresi'ndeki ilgili ayetin, içki ve kumarı haram kıldığı hususu açık değildir. Çünkü: "Onlarda büyük günah vardır." ifadesi, sadece bunlarda günah olduğunu dile getirmektedir. Bu ifadede yer alan günah kelimesi ile de "zarar" kastedilmiştir. Zararlı olan her şeyin haram kılınmış olması, başka delillerle sabittir fakat bir yönüyle zarar bir başka yönüyle de yarar sağlayan şeylerin de haram kılındığı anlamına gelmez. Bu yüzden yukarıdaki ayet, sahabenin içtihadına havale edilmiştir. Nitekim bazısı, bu ayetten yola çıkarak içkiyi bırakmış, bazısı da içmeye devam etmiştir. Bu ikinci gurup, zararlarından sakınmak kaydıyla, yararlarından istifade edebilme serbestisine sahip olduklarını öngörmüş gibidirler. Aslında bu ayet-i kerime, daha sonra konulacak kesin yasağa ilişkin bir ön hazırlık niteliğindeydi: "İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir... Artık vazgeçtiniz değil mi? (Mâide, 90-91)
Yukarıdaki görüşün yanlışlığının nedenlerine gelince:
Birincisi; ayetin orijinalinde geçen "ism" kelimesi, mutlak olarak "zarar" şeklinde algılanmıştır. Oysa "ism" kelimesi "zarar" demek değildir. Sırf ayetin akışı içinde, "ism" kelimesi "yarar"ın karşılığı olarak yer aldı diye onu "yarar"ın karşıtı "zarar" şeklinde algılamayı gerektirmez. Şu ayetlerde geçen "ism" kelimesi "zarar" şeklinde algılanabilir mi?: "Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur." (Nisâ, 48) "Şüphesiz onun kalbi günahkârdır." (Bakara, 283) "... Kendi günahını ve benim günahımı üstlenesin." (Mâide, 29) "Onlardan her bir kişinin (kendisi) içindir kazandığı günah" (Nur, 11) "Kim bir günah kazanırsa, o ancak kendi nefsi aleyhinde onu kazanmıştır." (Nisâ, 111) Bunun gibi daha birçok ayeti örnek gösterebiliriz.
İkincisi; ayet-i kerime, hükmü "zarar" olgusu ile gerekçelendirmiyor. Böyle bir şey söz konusu olsa bile, zararın yarara galebe çalması şeklinde gerekçelendirilmiş olur. "Onlarda büyük günah vardır." ifadesi, bu konuda son derece açıktır. Böyle bir durumda mesele içtihada nasıl bırakılabilir? Bu açıkça nassa karşı bir içtihat olmuş olur.
Üçüncüsü; ayet-i kerimenin, içkiyi haram kılma açısından kesin bir hüküm dile getirmediğini bir an için varsayalım, ancak ayet-i kerimenin "ism"e delalet ettiği kesindir. Ayet-i kerimenin Medine'de indiğini ve A'râf Suresi'ndeki ilgili ayetin daha önce nazil olduğunu unutmayalım. O da "ism"i kesin olarak haram kılmıştır. Mekkî bir ayetin herhangi bir şeyi haram kıldığını duyduğu hâlde, Medeni bir ayetten yola çıkarak, söz konusu şeyin helâl olabileceğine ilişkin içtihat yürüten birinin gerekçesi ne olabilir ki?
Ne var ki, A'râf Suresi'nin ilgili ayeti "ism"i mutlak olarak haram kılmaktadır. Bu ayette ise "ism" kavramı "büyük" niteliği ile kayıtlandırılıyor. Böylece, herhangi bir kimsenin, içkinin tam olarak "ism (=günah)" kavramının kapsamına girdiğinden şüphe etmesine gerek kalmamaktadır. İçkinin haram kılınmış bir günah (ism) olduğundan şüphe etmemek gerekir. Kur'ân-ı Kerim, adam öldürme, şahitliği gizleme ve iftira gibi günahları "ism" olarak nitelendirmiş, ama bunların hiç biri için "büyük" sıfatını kullanmamıştır. Sadece içki ve şirki bu şekilde nitelemiştir. Yüce Allah, şirk ile ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur." (Nisâ, 48) Kısacası, ayet-i kerimenin, içkinin haram kılınışına ilişkin açık bir kanıt olduğundan kuşku duymamak gerekir.
Sonra, Mâide Suresi'nin ilgili iki ayet-i inmiştir: "Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bunlardan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz. Gerçekten Şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?" (Mâide, 90-91) Ayetlerin sonundaki ifade, Müslümanların Bakara Suresi'ndeki ilgili ayetin inişinden sonra, içkiyi bırakmadıklarını, Mâide Suresi'ndeki ilgili ayetlerin inişine ve "Artık vazgeçtiniz değil mi?" uyarısında bulunana kadar bu alışkanlığı sürdürdüklerini göstermektedir. Ayetin içki ile ilgili boyutu bu.
Kumara gelince; onun toplumu nasıl bozduğu, hayat binasını nasıl yıktığı belli ve gözlemlenebilir bir olgudur. Açık ve belli şeyleri ayrıca izaha gerek yoktur. İnşaallah Mâide Suresi'nin ilgili ayetini tefsir ettiğimizde, kumara ilişkin daha ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
Bu kadarlık bir açıklamadan sonra, artık ayet-i kerimenin kapsamına giren kelimelerle ilgili incelememize dönebiliriz: "De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için yararlar vardır." İfadenin orijinalinde geçen "ism" kelimesinin ne anlama geldiğini daha önce açıklamıştık. "Kebir (=büyük)" kelimesine gelince, sayılar için "çok" niteliği ne anlam ifade ediyorsa, hacimler için de "büyük" niteliği bu anlamı ifade ediyor. "Çokluk" nitelemesi "azlık"ın karşıtı olduğu gibi "büyüklük" de "küçüklük"ün karşıtıdır. Dolayısıyla bunlar izafî niteliklerdir. Yani, bir cisim ya da hacim bir başka cisme ya da hacme göre daha büyükken, aynı cisim, kendisinden daha büyük olan bir başka cisme göre küçüktür. Eğer mukayese ve izafîlik durumu söz konusu olmasaydı, çokluk ve azlık diye bir şey olmayacağı gibi, büyüklük ve küçüklük de olmayacaktı. Öyle anlaşılıyor ki, insanlar, ilk kez maddî ve bitişik cisimlerle ilgili olarak "büyüklük" anlamının farkına vardılar. Sonra bu nitelemeyi, şekilden anlama kaydırarak, bu alanda da "büyük" ve "küçük" anlamını kullanır oldular. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: "Gerçekten o, büyüklerden biridir." (Müddessir, 35) "Ağızlarından çıkan söz ne büyük." (Kehf, 5) "Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi." (Şûrâ, 13) "el-İzemu" deyimi de anlam itibariyle "el-kiberu" (büyüklük) gibidir. Ancak görünen o ki, "azamet" kelimesi "el-azm" kökünden türemiştir. Bu da canlı varlıkların bedenlerinin bir parçası olan "kemik" anlamına gelir. Çünkü, canlı varlığın cisminin büyüklüğü, iskeletini oluşturan kemiklerin iriliğine dayalı bir nitelemedir. Dolayısıyla, büyük olan her şey, istiare yoluyla "azim" olarak nitelendirilmiştir. Sonra, uzun süreli kullanım sonucu, bu kelime de, bir kök olarak algılanıp ondan türetme yoluna gidilmiştir.
"Yarar" kelimesi, "zarar"ın karşıtıdır. Bu iki kelime, gayrisi için istenen ya da gayrisi için istenmeyen olgularla ilgili olarak kullanılır. Nitekim "hayır" ve "şer" nitelemeleri de zatı için istenen ya da zatı için istenmeyen olgularla ilgili olarak kullanılırlar. İçki ve kumardaki "yararlar"dan maksat, insanların bu ikisi aracılığı ile ulaşmayı amaçladıkları alış veriş, çalışma, zevk alma ve eğlenme gibi malî istifadelerdir. İkinci kez, "günah" ile "yararlar"ın büyüklüğü arasındaki karşılaştırmaya gelince, bu sefer "yararlar"ın müfret olarak kullanılması ve çokluk yönünün bir kenara bırakılması gerekmiştir. Çünkü "büyüklük" üzerinde sayının bir etkisi yoktur. Bu yüzden "ikisinin günahı yararından daha büyüktür." denilmiş de "yararlarından daha büyüktür" denilmemiştir.
Ve sana ne kadar infak edeceklerini sorarlar. De ki: "(Sizi zor duruma düşürmeyecek) orta bir miktarı."
Ragıp el-İsfahanî'nin dediğine göre, bu ifadenin orijinalinde geçen "afv" kelimesi bir şeyi almak amacı ile ona yönelmek, demektir. Daha sonra, çeşitli anlatım mülahazaları kelimenin bağışlama, izini silme ve infakta itidalli olma gibi farklı anlamlara gelmesini gerektirmiştir. Bu ayette ise, kastedilen işte bu son anlamıdır. Bununla beraber, yüce Allah bu kelime ile hangi anlamın kastedildiğini herkesten daha iyi bilir.
Bu ayet-i kerimedeki, soru-cevap uygunluğu üzerine söylenecek şey, "Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: Hayır olarak infak edeceğiniz şey, anne babaya, yakınlara..." ayeti ile ilgili açıklamalarımızla aynıdır.
Böylece Allah, size ayetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz,
220) Dünya ve ahiret hakkında.
"Fi'd-Dunya ve'l-ahireti (=dünya ve ahiret hakkında)" ifadesindeki zarf, "tetefekkerûn (=düşünürsünüz)" ifadesine taalluk eder, ama onun zarfı değildir.
Buna göre şöyle bir anlam elde etmiş oluyoruz: Umulur ki, hem dünya, hem ahiret hakkında ve hem de bu iki âlemle ilgili gerçekler üzerinde düşünürsünüz. Çünkü, yüce Allah, dünya yurdunu sizin için yaratmıştır ki, orada yaşayasınız ve asıl ikametgâhınız olan ahirette işinize yarayacak şeyleri kazanasınız. Siz ahirette Rabbinize döneceksiniz. O da, dünya hayatında işlediğiniz amellerden dolayı sizi yargılayacaktır.
Ayet-i kerimede öncelikle, varlık bütününe ilişkin gerçeklerin, mebde (varlığın başlangıç noktası olan dünya) ve mead (varlıkların dönüş yeri ve ahiret) ile ilgili bilgilerin ve evrendeki sırların incelenip araştırılmasına, toplumun mahiyeti, ahlâk sistemi, toplumsal ve bireysel hayatın yasaları, kısacası mebde (dünya) ve mead (ahiret) ve bu ikisi arasında, insanın mutluluğu ve mutsuzluğu ile ilintili tüm olguların üzerinde düşünülmesine yönelik bir teşvik vardır.
İkincisi; Kur'ân-ı Kerim, gerçi insanları Allah ve Resulüne kayıtsız-şartsız itaat etmeye, mutlak şekilde boyun eğmeye davet eder, ama içerdiği hüküm ve öğretilerin gerçeği ortaya çıkaran bir tefekkür ve irdeleme ve bu süreç içinde yola ışık tutacak aydınlanma söz konusu olmaksızın körü körüne ve basma kalıp bir şekilde alınmasından hoşnut olmaz.
Sanki bu ayet-i kerimede geçen "açıklama" deyiminden maksat, hüküm ve kanunların illet ve felsefelerini ortaya çıkarmak, ilim ve öğretilerin temel prensiplerini izah etmektir.
Ve sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onların (işlerini) ıslah etmek daha hayırlıdır."
Ayet-i kerimede, yetimlerle iç içe yaşanmasına izin verilmesi bakımından bir tür hafifletmeye, kolaylaştırmaya dolaylı hatta açık olarak işaret ediyor. Sonra: "Eğer Allah dileseydi size güçlük çıkarırdı." buyuruluyor. Bu ifade, yetimlerle ilgili olarak yüce Allah tarafından daha önce ağır bir uygulamanın konulduğunu, bu uygulamanın Müslüman gönüllerde bir burukluğa, bir sıkıntıya neden olduğunu, bu yüzden yetimler hakkında soru sorma durumunda kaldıklarını ortaya koymaktadır. Gerçekte de öyle olmuştur. Çünkü yetimlerle ilgili olarak, son derece sert ifadeler içeren ayetler vardır: "Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çılgın bir ateşe gireceklerdir." (Nisâ, 10) "Yetimlere mallarını verin ve murdar olanla temiz olanı değiştirmeyin. Onların mallarını mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir suçtur." (Nisâ, 2) Görüldüğü kadarıyla, tefsirini sunduğumuz bu ayet-i kerime, Nisâ Suresi'nin ilgili ayetlerinden sonra inmiştir. Bu yaklaşım, rivayetler açısından konuyu ele aldığımız zaman, ayetin iniş sebebi ile ilgili olarak sunacağımız rivayeti de destekler niteliktedir.
De ki: "Onları ıslah etmek hayırlıdır." ifadesinde "ıslah" kelimesi "nekre (=belirsiz)" olarak kullanılmıştır. Bu da gösteriyor ki, Allah katında hoşnutlukla karşılanan, sadece bir tür ıslahtır. Her türlü ıslah değil. Bu yüzden sadece dış görünüş itibariyle ıslah gibi gözüken fakat gerçekte ıslah amacı güdülmeyen hareketler ıslah değildir. Çünkü, "Onları ıslah etmek..." ifadesindeki "ıslah" kelimesinin nekre oluşu, ıslahın çeşitliliğini vurgulamaya dönük bir kullanımdır. Şu hâlde bununla kastedilen, gerçek ıslahtır. Şeklî ıslah değil. İfadenin sonundaki şu değerlendirme cümlesi de bu gerçeğe işaret etmektedir: "Allah ifsat ediciyi ıslah ediciden ayırdeder."
Eğer onlara karışırsanız artık onlar sizin kardeşlerinizdir.
Bu ifadede bütün müminler arasında sağlanan eşitliğe, her türlü ayrıcalıklıya yol açan niteliklerin geçersizliğine yönelik bir işaret vardır. Çünkü bu tür ayırımcı nitelikler, insanlar arasında kimilerini köleleştirme, güçsüzleştirme, ezme, dolayısıyla büyüklenme gibi zulüm ve azgınlığa yol açan yıkıcı unsurların ortaya çıkmasına kaynaklık eder. Bu unsurların geçersizliği vurgulanınca, toplumda denge egemen olur, zayıf yetimle güçlü veli, servet sahibi zenginle, hiçbir şeyi olmayan yoksul arasında eşitlik sağlanmış olur. Aynı denge ve eşitlik her türlü tam ve eksik şeyler arasında da geçerlidir. Nitekim yüce Allah başka bir ayette şöyle buyurur: "Müminler ancak kardeştirler." (Hucurat, 10)
Veli ve yetimin iç içe yaşaması ile ilgili olarak ayet-i kerimenin caiz kıldığı husus, birlikteliğin, insanlar arası haklar bakımından eşit konumda olan iki kardeşin beraberliği şeklinde olmasıdır. Malından alınan kimse, malı verilen kimse ile aynı statüde olmasıdır. Bu bakımdan ele aldığımız ayet, şu ayetin karşıtı niteliğindedir: "Yetimlere mallarını verin ve murdar olanla temiz olanı değiştirmeyin. Onların mallarını mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu büyük bir suçtur." (Nisâ, 2) İki ayet arasındaki bu karşılıklılık, tefsirini sunduğumuz ayetin bir tür kolaylık, bir tür hafifletme içerdiğinin bir kanıtıdır. Ayetin devamı da, buna işaret etmektedir. Nitekim şu ifade de bir ölçüde buna işaret eder niteliktedir: "Allah bozgun çıkaranı ıslah ediciden (ayırt eder) bilir." Bu demektir ki: Eğer birlikte yaşayacaksanız (ki bu bir hafifletmedir) bu, eşit haklara sahip iki kardeşin birlikteliği şeklinde olmalıdır. Yetimler de başkalarıyla eşit haklara sahip olduktan sonra onlarla birlikte yaşamaktan kaçınmak, bundan korkmak gereksizdir. Çünkü böyle bir beraberlik, göstermelik değil, gerçek bir ıslahı amaçladığı zaman, iyilik ve hayır olarak ön plâna çıkar. Kaldı ki işin iç yüzü Allah'a gizli kalmaz. Dolayısıyla O sırf yetimlerle iç içe yaşamanızdan dolayı sizi sorumlu tutmaz, çünkü o, bozguncuyu ıslah ediciden ayırt eder.
Allah bozgun çıkaranı ıslah ediciden (ayırt eder) bilir.
İfadenin orijinalinde geçen "ya'lemu (=bilir)" fiili, "müfsid" kelimesini vasıtasız, "muslih" kelimesini ise "min" harf-i cerri ile kendisine "mef'ul" almıştır. Bu ise "ya'lemu" kelimesine "ayırt etme" anlamını kazandırmıştır. Yine ifadenin orijinalinde geçen "el-anefu" kelimesi, zorluk ve meşakkat anlamına gelir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLANIŞI
el-Kâfi kitabında, Ali b. Yaktin'in şöyle dediği rivayet edilir: "Halife el-Mehdi, İmam Ebu'l-Hasan'dan (a.s), "İçki, Allah'ın kitabında haram kılınmış mıdır? Çünkü insanlar, içkinin Allah'ın kitabında, neh-yedildiğini biliyorlar, ama haram kılındığına ilişkin bir ifadeye rastlamıyorlar?" diye sordu. İmam Ebu'l-Hasan (a.s): "Tersine, içki Allah'ın kitabında haram kılınmıştır." cevabını verdi. el-Mehdi: "Ey Ebu'l-Hasan, Allah'ın kitabının neresinde, içkinin haram kılındığı yazılıdır?" diye sorunca. İmam şöyle buyurdu: "Yüce Allah buyuruyor ki: 'Rabbin yalnızca çirkin hayasızlıkları, onlardan açıkta olanlarını ve gizli olanlarını, günah işlemeyi (ism), haklı nedeni olmayan isyan ve saldırıyı.... haram kılmıştır.'[1] "İsm" olarak ifade edilen bu günah içkinin bizzat kendisidir. Çünkü yüce Allah, bir başka ayette şöyle buyuruyor: 'Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için zararlar vardır. Ama günahları zararlarından daha büyüktür.'[2] Allah'ın kitabına göre "ism" içki ve kumardır. Yüce Allah'ın buyurduğu gibi, bunların günahları (ism) zararlarından daha büyüktür." Bunun üzerine el-Mehdi şöyle dedi: "Ey Ali b. Yaktin, işte bu, Haşim-oğulları'na yaraşan bir fetvadır." Ben de ona şöyle dedim: "Doğru söyledin, ey Emir'el-Müminin, siz Ehlibeyt'den bu ilmi çıkarmayan Alla-h'a hamdolsun." Bunun üzerine el-Mehdi sabredemedi ve: "Doğru söyledin ey Rafızî" dedi."
Ben derim ki: Bu rivayetin anlamını pekiştiren açıklamalara daha önce yer vermiştik.
Yine el-Kâfi kitabında, Ebu Basir, İmam Cafer Sadık ve İmam Muhammed Bâkır'dan birinin şöyle dediğini rivayet eder: "Yüce Allah, günah için bir ev, ev için bir kapı, kapı için bir kilit ve kilit için de bir anahtar yaratmıştır. Günahın anahtarı da içkidir."
Yine aynı eserde, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "İçki her günahın başıdır."
Aynı kaynakta, İsmail'in şöyle dediği belirtilir: İmam Muhammed Bakır (a.s) Mescid-i Haram'a geldi. Kureyş kabilelerine mensup bazı kimseler ona bakıp şöyle dediler: "İşte Iraklıların taptıkları adam!" [Iraklıların kendisini aşırı derecede sevdiklerini vurgulamak istemişlerdir.] Onlardan bazısı: "Onun yanına birisini gönderelim" dedi. Bunun üzerine, bazı gençler İmamın yanına gidip: "Amca, büyük günahların en büyüğü hangisidir?" diye sordular. İmam buyurdu ki: "İçki içmektir."
Aynı eserin bir başka yerinde Ebu'l-Bilad kanalıyla İmam Cafer Sadık ve İmam Muhammed Bâkır'dan birinin şöyle dediği rivayet edilir: "İçki içmekten daha büyük bir şeyle Allah'a isyan edilmiş değildir. Çünkü bir sarhoş, farz namazı terk eder, anasına, kızına ve kız kardeşine sarkıntılık eder de bunun farkında olmaz."
el-İhticac adlı eserde, belirtildiğine göre, zındığın biri İmam Cafer Sadık'a (a.s) sorar: "Yüce Allah içkiyi neden haram kılmış ki? Ondan daha lezzetli bir şey mi var?" İmam şöyle cevap verir: "Allah içkiyi haram kılmıştır. Çünkü içki pisliklerin anası, her kötülüğün başıdır. Bir an gelir ki, içki içenin aklı başından gider. Rabbini bilmez olur ve yapmadığı günah kalmaz..."
Ben derim ki: Bu rivayetler, birbirini açıklayıcı niteliktedir. Deneyimler ve konuya ilişkin aklî muhasebeler de bunları pekiştirici mahiyettedir.
el-Kâfi kitabında, Cabir kanalıyla İmam Muhammed Bakır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Resulullah efendimiz (s.a.a) içki ile ilgili olarak on kişiyi lânetlemiştir:
1) İçki elde etmek amacı ile üzüm vs. ağacını diken.
2) Dikilen ağaçların bahçıvanlığını yapan
3) Üzüm vs.'yi içki elde etmek amacı ile sıkan.
4) İçen
5) Sunan
6) Yükü taşıyan
7) Yükü teslim alan
8) Satan
9) Satın alan
10) İçkiden elde edilen parayı yiyen."
el-Kâfi ve el-Mahasin adlı eserlerde, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Melundur; melundur, içki içilen bir sofrada oturan kimse."
Ben derim ki: Yukarıda sunduğumuz iki rivayeti şu ayet-i kerime doğrulamaktadır: "Günah ve ahdi aşmada yardımlaşmayın" (Mâide, 2)
el-Hisal adlı eserde Ebu Emame'ye dayandırılarak şöyle deniyor: Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Kıyamet günü yüce Allah dört kişiye (rahmet gözüyle) bakmaz: 1)Anne-babasına karşı vazifesini yapmayıp onların hoşnutsuzluğunu kazanan. 2) Çok başa kakan. 3) Kaza ve kaderi yalanlayan. 4) İçki içmeyi alışkanlık hâline getiren (alkolik)."
İbn Şeyh, el-Emali adlı eserde, kendi rivayet zinciriyle, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Rabbim ant içmiştir ki; dünyada içki içen bir kuluma kıyamet günü, ister azaba çarptırılmış olsun, ister bağışlanmış olsun, mutlaka içtiği içkinin miktarınca, kaynar su içireceğim." Resulullah devamla şöyle dedi: "Kıyamet günü, içki içen adam yüzü kara, gözleri yuvalarından fırlamış, avurtları çökmüş, ağzından salyalar dökülür ve dilini ağzından sarkıtmış bir hâlde getirilir."
Tefsir'ul-Kummî'de İmam Muhammed Bakır'ın (a.s) şöyle dediği nakledilmiştir: "Kıyamet günü, içki içenlere fahişe kadınların vajinalarından sızan irin ve kan karışımı sıvıyı içirmek Allah'ın hakkıdır. Ki ateş ehli bu iğrenç sıvının hararetinden ve pis kokusundan rahatsız olurlar."
Ben derim ki: Bu rivayetleri, şu ayet-i kerime ile desteklemek mümkündür: "Doğrusu, o zakkum ağacı; günahkâr olanın yemeğidir. Pota gibi; karınlarında kaynar-durur, kaynar suyun kaynaması gibi. Onu tutun da cehennemin orta yerine sürükleyin. Sonra kaynar suyun azabından başının üstüne dökün. Tat; çünkü sen, üstün, onurluydun." (Duhan, 43-49) Yukarıda sunduğumuz rivayetleri, anlam olarak destekleyen birçok rivayet vardır.
el-Kâfi kitabında, Veşşa adlı ravinin İmam Ebu'l-Hasan'ın ayette geçen "el-meysir" kelimesi, "kumar demektir" dediğini duyduğunu belirtir.
Ben derim ki: Bu anlamı apaçık bir şekilde destekleyen daha birçok rivayet vardır.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde İbn Abbas'ın "Sana neyi infak edeceklerini sorarlar..." ayeti ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Hayır amaçlı harcama (infak) emri geldiği zaman, sahabeden bazıları, Resulullah efendimizin (s.a.a) yanına gelerek: "Malımızdan harcamamız istenen bu infakın ne olduğunu ve malımızdan neyi infak edeceğimizi anlayamadık?" dediler. Bunun üzerine yüce Allah, "Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: Orta olan miktarı." ayetini indirdi. Bundan önce, insanlar geride infak edeceği ve hatta yiyeceği birşey bırakmadan her şeylerini infak edebiliyorlardı.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Yahya'nın Muaz b. Cebel ve Sa'lebe adlı sahabelerin Resulullah'ın yanına gelerek: "Ya Resulallah, bizim kölelerimiz ve eşlerimiz vardır. Malımızdan neyi infak edelim?" dediklerini, bunun üzerine yüce Allah'ın, "Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: ihtiyaçtan fazlasını..." ayetini indirdiğini, duyduğu rivayet edilir.
el-Kâfi ve Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Cafer Sadık'ın (a.s) ayetin orijinalinde geçen "afv" kelimesini "orta" şeklinde açıkladığı belirtilir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, İmam Muhammed Bâkır ve İmam Cafer Sadık'ın (a.s) bu kelimeyi "yeterli miktar", Ebu Basir rivayetinde de "orta" şeklinde anlamlandırdıkları rivayet edilir.
Yine aynı eserde, İmam Cafer Sadık'ın (a.s), "Onlar, infak ettikleri zaman, ne israf ederler, ne kısarlar; ikisi arasında orta bir yoldur."[3] ayeti ile ilgili olarak "Birinci şık da doğru olmazsa, ikinci şık da doğru olmazsa, ister istemez bu ikisinin ortası doğru olacaktır." buyurduğu nakledilmiştir.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) ayette geçen "afv" kavramını "Yıllık ihtiyaçtan fazlası" şeklinde açıkladığı rivayet edilir.
Ben derim ki: Rivayetler arasında bir uyum vardır. Son rivayetin ifade tarzı ise, üstteki mananın bir ferdini zikretmeğe yöneliktir. Hayır amaçlı harcamanın (infak) fazileti, niceliği, alanı ve niteliği ile ilgili rivayetlerse sayılmayacak kadar çoktur. İnşaallah, yeri geldikçe bunların bir kısmını sunma imkânını bulacağız.
Tefsir'ul-Kummî'de, "Sana yetimleri sorarlar." ayeti ile ilgili olarak, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çılgın bir ateşe gireceklerdir."[4] ayet-i kerimesi indiği zaman, evinde yetim barındıran herkes, onları evlerinden çıkardılar ve bununla ilgili olarak gidip Resulullah'a soru sordular. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Ve sana yetimleri sorarlar. De ki: Onları ıslah etmek hayırlıdır. Eğer onları aranıza katarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah bozgun çıkaranı ıslah ediciden -ayırt eder- bilir."
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Yetimin malına, en güzel şeklin dışında yaklaşmayın."[5] "Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar."[6] ayetlerinin inmesi üzerine, evinde yetim bulunduran kimseler, onların yiyecek ve içeceklerini kendi yiyecek ve içeceklerinden ayırdılar. Yetimin payını kendi paylarından fazla olarak belirlediler. Onun için hazırladıkları yiyecekleri sadece ona yedirdiler, artanı da kendileri yemeksizin bozulmaya terk ettiler. Bu durum yetim velilerine ağır geldi. Gidip sorunu Resulullah'a açtılar. Bunun üzerine yüce Allah şu ayet-i kerimeyi indirdi: "Ve sana yetimleri sorarlar. De ki: Onları ıslah etmek hayırlıdır. Eğer onları aranıza katarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah bozgun çıkaranı ıslah ediciden bilir." Bunun üzerine yetimlerin yiyeceklerini ve içeceklerini kendi yiyecek ve içeceklerine karıştırmaya başladılar.
Ben derim ki: Aynı mana Said b. Cübeyr, Ata ve Katade'den de rivayet edilmiştir.
Etiketler :
#Bakara 219220,